Kullanıcı Girişi

Kullanıcı girişi yapabilmeniz için kullanıcı adı ve parolaya sahip olmanız gerekmektedir. Üye değilseniz sağdaki bölümden üyelik kaydı gerçekleştirebilirsiniz.

Şifrenizi unuttuysanız sağdaki Yeni Üyelik/Şifremi Unuttum bölümüne sadece email adresinizi giriniz.

Giriş

Giriş Formu

 

Yeni Üyelik/Şifremi Unuttum



..:: Kitapistanbul ::..
Kitap Kültürü Platformu
  •  Yönetmen Öner Kılıçla Sinema ve Kültür Üzerine

Öner Kılıç, çocukluk çağlarında radyo ve TRT çocuk kulübü ile tanıştı. Yine çocukluk yıllarında sinema ile içli dışlı oldu. Çocukluğundan itibaren de sinemaya kültürü taşıyıcı bir fonksiyon biçtiğini söylüyor. 1990'lı yıllardan itibaren özlediği şeyleri yaparım ümidiyle girdiği özel televizyonculuk serüvenini noktalayıp Ankara'ya yerleşti. Bir sinemamızın olması için özgün bir hikaye anlatım tekniğimizin olması gerektiğini düşünenlerden. Gazi Üniversitesinde sinema ile ilgili dersler veriyor. Ramazan ayından önce Kurtuba Kitap kafede gerçekleştirdiğimiz bu ropörtaj biraz benim, biraz da onun ihmali nedeniyle bu zamana kadar yayınlanamadı. Öner Kılıç, şu sıralar Türk dünyası sinemacılar birliğini kurmak üzere çalışmalar yapıyor. Son yıllarda daha çok belgesel sinema ile ilgileniyor. Takipçilerimizden bu gecikme nedeniyle özür diliyorum. İyi okumalar...

Öner bey öncelikle sizi tanıyalım. Sinemaya ilginiz ve sinema yönetmenliği maceranız nasıl başladı? Sinemaya sizi yönelten şeyler neydi?

Öner Kılıç. Belgesel yönetmeniyim ağırlıklı olarak. Ama bir dönem diziler de çektim. Ben Keçiören'de büyüdüm. Bizim orada Cem sineması vardı. Genellikle Türk filmleri oynatırdı. Ben on bir yaşımda iken Tarkan ve Kara Murat filmlerine giderdim. Sinemaya ilgim o zamanlarda başlamıştı.

Tevellüt kaç bu arada?

Altmış sekiz. Tarkan ve Kara Muratları izlerken yönetmen olmaya karar verdim. Çünkü çocukluğumdan beri annem -Allah uzun ömürler versin- iyi bir hikâye anlatıcısıdır. Ben daha ilkokula gitmeden yıllarca annemden Dede Korkut hikâyelerini dinledim. Türk ve İslam tarihine ilişkin birçok mitolojik hikâyeyi bize anlattı. Biz, Hz. Hamza'nın savaşlarını da bilirdik, Battal Gazi Destanlarını da. O filmleri izlerken çok iyi bir tarihimiz var, çok iyi hikâyelerimiz var, neden bu hikâyeleri filmle anlatmıyoruz diye düşündüm ve yönetmen olmaya karar verdim. Bu alanda ne yapabilirim diye kendimi geliştirmeye başladım. Yine o yaşlarda iken TRT Çocuk kulübünde başladım. Ağabeyim devlet tiyatrosu sanatçısı olduğu için TRT'de seslendirmeler yapardı. Onun aracılığıyla bir dönem TRT çocuk kulübünde bulundum. Ancak beni cezbeden şey oyunculuk değil kamera arkasıydı. Lise çağlarında TRT’deki ilişkilerimiz gelişince ben kameramanların yanına gidip kamera asistanlığı yapmaya başladım. Bir yandan fotoğraf çekiyor, bir yandan kamera asistanlığı yapıyordum. 1987 yılında TRT göreve başladım, 92 yılına kadar TRT’de çalıştım.

Üniversiteye ne zaman başladınız?

Üniversiteye 86 yılında başladım. Öğrenciyken TRT’de de görev yapmaya başladım. Hem üniversite, hem iş bir arada yürümeye başladı. 90’lı yıllarda özel televizyonlar furyası başladığı anda İstanbul’da bir özel televizyonun kuruluş aşamasında bulundum. Rahmetli Şaban Karataş ve Nevzat Yalçıntaş’ın, TGRT’nin kuruluş aşamasındaki davetleri ile orada görev yaptık. Ancak iki yıl çalıştıktan sonra düşündüğümüz şeyleri TGRT’de yapamadığımızı anladık. Biz daha farklı düşünüyorduk. O dönemde bizim düşündüğümüz şekilde millî ve manevi değerlere ağırlık veren çalışmalar yapmak pek teşvik görmüyordu. Biz böyle düşünüyorduk, lakin bu düşüncemizi gerçekleştirecek bir ortamı bu kanalda da bulamamıştık. Bir taraftan reyting kaygısı, bir taraftan ekonomik şartlar nedeniyle kafamızdaki projeyi orada gerçekleştiremedik. Televizyon kanalından ayrılmak zorunda kaldım. O dönem İstanbul’da –kendimi drama dalında geliştirmek istediğim için- Buket İlhan, Kartal Tibet gibi yönetmenlere asistanlık yaptım. TRT’de çalışırken bir dönem Osman Sınav’a da asistanlık yaptım. Orada kafamızdaki düşünceye uygun bazı şeyler yaptık ama ortam sizin kafanızdaki filmleri yapmaya maalesef izin vermiyor. Hem piyasa, hem de sinemaya hâkim olanların belli kalıplarından ötürü, sizin düşüncenizi paylaşmadıklarından; sizin düşüncenizi paylaşanların ise sinemaya ilgisizliğinden ötürü piyasa şartlarına uygun diziler çektik.

Hangi dizilerdi bunlar?

Yasemince, Kara Melek ve Kaygısızlar gibi dizilerin çalıştım. 2001 yılında aradığım şeyi bulamadığımı anlayınca, piyasa -tabir caizse laçkalaşınca,- bizim düşündüğümüzün aksine işler yapılmaya başlanınca buna hizmet etmemem gerektiğine karar verdim ve Ankara’ya döndüm. Ankara’da belgeseller çektim, sinema atölyeleri kurdum, gençlere sinema eğitimleri verdim, dışarıdan üniversite öğretim görevliliği yaptım. Son üç yıldır da Türkiye sinemasını Balkanlar ve Türk dünyasında tanıtmaya çalışıyorum. Türk dizilerinin Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu’da alıcı bir kitlesi oluştu. Diziler fastfood gibidir. O gün için üretilir ve o gün tüketilir. Ancak sinema öyle değildir. Sinema bir algı yönetme sanatıdır. Bizim Türkiye olarak kendi hinterlandımızda güçlü bir devlet olmak gibi bir iddiamız var. Bunu siyasi sloganlarla ancak bir yere kadar götürebilirsiniz. Bu iddiayı en etkili bir biçimde söylemenin yolu sinema veya televizyondur. Bu coğrafyaya öncelikle Türk sinemasını tanıtmak gerek. Ama biz eğer geniş bir coğrafyaya hitap edeceksek oralarda yaşayanların kültürlerini, alışkanlıklarını da gözetmemiz gerek diye yapımcı arkadaşlarla konuşuyoruz. Türkiye’nin mesajını oralara ulaştırmak amacıyla son üç yıldır çalışıyoruz. Oralarda film festivalleri yapıyoruz. İnşallah bu yılsonunda Türkistan’da Türk sinemacılar birliğinin çalıştayını yapacağız. Avrupa sinema birliği –euroimage- diye bir birlik var. Türkiye oralara her yıl ekonomik katkı sunuyor. Burada filmler yapılıyor. Ancak maalesef yapılan filmler genellikle Türkiye aleyhtarı filmler. Biz kendi coğrafyamızda bir sinemacılar birliği kurmalıyız. Başta da anlattığım gibi annemin bana anlattığı hikâyeler Türkistan’da da anlatılıyor. Aynısı Kırgızistan’da Manas Destanında da anlatılıyor. Aynı hikâyeler Özbekistan’da da anlatılıyor. Biz bu değerlerimizi anlatacak filmler için bir fon oluşturmamız gerekiyor. 2010’dan itibaren bu fonun oluşturulması için mücadele veriyorum. Bu seneki çalıştayda bir sonuç alacağıma da inanıyorum.

Hocam, sinema bir anlatım sanatıdır. Peki, sinema anlatırken nasıl anlatır?

Sinema bir anlatım sanatı olmakla birlikte daha çok hikâye anlatmaya benzer yönleriyle ön plana çıkar. Türk kültürü hikâyeci bir kültürdür. Anadolu’da hala yaşayan hikâyecilerimiz var.

Aynı şey İranlılar, Araplar ve hatta Ruslar için de geçerli değil midir?

Bu hikâye anlatma mevzuu aslında doğu kültürüne ait bir özelliktir. Sinema da anlatılan bu hikâyeleri görüntülerle anlatma tekniğidir. Biz aslında iyi hikâye anlatan bir toplum olmamıza rağmen neden sinemada başarısız olmuşuz? Bunu halen çözebilmiş değilim. Herhalde kendi hikâyelerimizden uzak yaşadığımız içindir.

Orada araya girip itiraz edebilir miyim? Galiba Türklerin yeni hikâyeleri yok. Türkler yeni hikâye yazmıyor.

Hikâye anlatan bir toplum, hikâye yazmayı bilmiyor. Hikâye yazmadığımız için de bu hikâyeleri anlatmayı başaramıyoruz. Sinema filmlerinin bir çoğu aşk veya kahramanlık üzerine kuruluyor. İşte bütün dünyada aşk vardır. Kahramanlık vardır. Biz iyi kahraman seçerken Robin Hood örneğini alıyoruz. Robin Hood güçlüden alıp ihtiyaç sahibine veren adamdır. Aşk hikâyeleri de Romeo ve Jüliet örnekleri üzerinden anlatılıyor. Dünyada da, bizde de öyle. Aslında Romeo ve Jüliet’ten üç yüz yıl önce yazılmış Nizamî Gencevî’nin Leyla ile Mecnun hikâyesi vardır. Leyla ile Mecnun’u Türk coğrafyasındaki bir aşk hikâyesi olarak düşünmeyin. Bu hikâye dünya genelindeki bir aşkı da anlatıyor. Bunlardan uzak durduğumuz, bunları güncelleyemediğimiz için hikâye anlatamıyoruz.

Ama bizdeki aşkın kimyası ile Batı’daki aşkın kimyası birbirinden farklı gibi duruyor.

Evet aslında farklı. İşte biz, bizdeki aşkı anlatırsak başarılı olabiliriz. Biz, Batı’dakini anlattığımız için bizdeki filmler pek tutmuyor. Robin Hood’un yaptığını, Köroğlu çok önceden yapmış zaten. Bizde Bolu’da, Azerbeycan’da Gence’de Köroğlu diye bir kahraman var. Bütün Türk dünyasında Köroğlu diye bir karakter var. Bu, Bolu’dan Azerbeycan’a gitmediğine göre kültürümüzde ezilenin yanında olan adama Köroğlu demişiz ve onun hikâyesini anlatmışız. Yeni nesil bu hikâyeleri de bilmiyor. Bunu bizim hikâyecilerimiz de yazmıyor. Ya da sinemada bir kahraman var etmemiz gerekiyor ya bizim bunu yaptığımız yok. Şimdi Amerikan filmlerine bakın, Rambo’ya, Rocky’ye bakın hepsi kaslı ve güçlü adamlar. Bu adamlar Amerika’yı temsil ediyor. Amerika hiç kahraman çıkaramazsa Terminatör çıkarıyor, robot çıkarıyor. Bu güçlü kahramanlar Amerika’nın gücünü temsil ediyor. Bu kahramanlara dikkat ederseniz öldüren, vuran, kıran bir kahraman. Şiddet eğilimli kahramanlar. Bizim hikâyecilik kültürümüzdeki kahramanlar ise garibanın yanında, şefkat sahibi kahramanlardır. Bizim toplumda herkes kahraman. Bu kahramanlığın altında bir alperenlik ruhu da var. Kahramanlığın yanında manevi değerimiz, erenlik var. Erenlik olduğu için bir taraftan mücadele eden bir kahraman olduğu gibi, aynı zamanda şefkati de taşımalı bu kahraman. Biz bunu da anlatmıyoruz. Ne zamanki bu kahramanı anlatırız, o zaman şefkati ve erenliği de anlatmış oluruz.

Sinema kitapla da yakın bir sanattır. Ben kitapistanbul adına konuştuğum için o tarafa da girmek istiyorum. Birçok romanın, öykünün, hikâyenin sinemaya aktarıldığı görülmüştür. Romandan sinemaya uyarlanan çok başarılı eserler de var. Lakin bazı sinema eserlerinin kitabı öldürdüğü, kitabın büyüsünü bozduğu ifade ediliyor. Sebepleri hususunda neler söyleyebilirsiniz.

Başında da söylediğim gibi sinema bir hikâye anlatma tekniği. Biz hikâyeden değil de romandan yola çıktığımızda başaramıyoruz. Romanda yazarın bir hayal dünyası ve betimleme tekniği bulunur. Okuyucu güçlü bir yazarın kitapta yaptığı betimlemeyi göremeyince hayal kırıklığına uğruyor. Peki buna rağmen başarılı roman uyarlamaları yok mu, var. Ben daha ziyade romandan değil de hikâyeden yola çıkılarak yapılan filmlerin başarılı olacağına inanıyorum. Bunun en iyi örneğini de yine bizden vereyim. Cengiz Aytmatov. Cengiz Aytmatov aynı zamanda iyi bir hikâyecidir. Rusya’da da, Sovyetlerde de ve hatta bizde de uyarlanan eserleri hep başarılı olmuştur. Selvi boylum, al yazmalım. Türkiye’de herkes biliyor. Rusya’da Rus sinemasının önemli filmlerinden biri de Cemile’dir. Tulemiş Okeyev diye bir Kırgız yönetmen var. Aytmatov’un bir çok eserini uyarladı ve Sovyetler döneminde hepsi çok başarılı bulundu. Türk dünyası sinemasında en başarılı sinema Kırgızlarda. Ben bunu Cengiz Aytmatov’un hikâyeciliğine bağlıyorum. Aslında iyi bir hikâyeniz varsa sinema kitabı da öldürmez. Ama romanı uyarlarken yönetmenin hayal dünyası ile yazarın betimlemeleri birbirine uymadığı anda başarısız oluyor. Sinema seyircisi de hayal kırıklığına uğruyor. Bunun en iyi örneğini Çalıkuşu’ndan vermek istiyorum. Mesela benim zihnimde bir Feride vardı. Çalıkuşu iki defa çekildi. İkisinde de ben, zihnimdeki Feride ile filmdeki Feride’yi bir araya getiremedim. Bana göre doğru aktarılamadığı için başarısız oluyor. Ve kitabı da öldürüyor.

Bir Türk sinemasından söz edebilir miyiz? Özgün bir Türk sinema dili oluşturulmuştur diyebilir miyiz?

Kanaatimce özgün bir Türk sinema dilinden bahsedemeyiz. Bu benim şahsi görüşüm. Sinemacı arkadaşlar buna katılmayabilir. İşin ilginç tarafı Türk sineması dünya sineması ile aynı zaman diliminde ortaya çıkmaya başlamıştır. 1886’da Lumiere kardeşler ilk filmini çekiyorlar ve altı ay sonra sinema Osmanlıya geliyor zaten. Lakin biz o aşamada seyirciyiz. Aynı dönemde Osmanlı tebeası Makedon Maneken kardeşler de sinema ile uğraşıyorlar. Bunlar her ne kadar Makedon da olsa sonuçta Osmanlı tebeasından. Bizim sinema tarihimiz okutulurken Ayestefanos Rus anıtının yıkılması baz alınır. Bu önemli bir şey olmakla birlikte biz ondan önce yirminci yüzyılın başlarında sinema ile tanışmışız zaten. Ama nedense kendi sinema dilimizi geliştirememişiz. Bana göre sinemayı dışarıdan aldığımız için sinemanın içerisine girmemişiz. Dışarıdan aldığımız sinema dilini kopyalama yoluna gitmişiz. Buna mukabil ellili yıllarda köyden kente göç olgusunun ortaya çıkmasıyla Türk toplumunda sosyolojik bir değişimden söz edilmeye başlanıyor. Elliden önce sinema var. Ama biraz tiyatro temelli bir sinema bu. Sinemada daha çok tiyatrocuların tiyatroyu sinemaya taşıması şeklinde geliştirdikleri bir sinemadan bahsedebiliyoruz. Ellili yıllarda ise Ömer Lütfi Akad, Halit Refiğ gibi yönetmenler bize özgü, bizim problemlerimizi öne çıkaran bir anlatım dilini yakalamaya çalışmışlar. Türkiye’de ulus devlet anlayışının yerleştiği, köyden kente göç olgusunun kendisini göstermeye başladığı bir dönem yaşanıyor. Bizimkiler de halkın yaşadığı problemleri dile getirmeye başlıyorlar. 1960’lı yıllarda Yücel Çakmaklı Millî sinema diye bir akım geliştirmeye çalışıyor. Millî sinemadan önce sinemada bir maneviyat boşluğu var. O duyguları es geçiyorlar. Yücel Çakmaklı bu eksikliği hissederek sinemanın içine maneviyatı yerleştirmeye çalışıyor. Başlangıç yıllarında Yücel Çakmaklı’nın çok da başarılı çalışmaları var. Ancak tek kalıyor. Yücel Çakmaklı, bir ekip oluşturamıyor veya onu takip eden bir sinemacı nesli yetişmiyor. Memleketim filmi o dönem için başarılı bir çalışmadır. Dönemin sosyolojisine itiraz sadedinde bir filmdir aslında Memleketim. Dünyada hippilik gibi, enternasyonalizm gibi akımlar başlamış, millete, maneviyata gerek yok şeklinde bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. İşte bu dönemde memleketim filmi bu anlayışa itirazı temsil ediyor. “Hayır bizim millî değerlerimiz, manevi değerlerimiz var. Tarihten aldığımız maneviyatımız var. Manevi değerlerinizden koparsanız yok olursunuz” şeklinde bir anlayışı temsil ediyor bu film. Oğlum Osman, Kızım Zehra gibi filmler aynı anlayışın devamı olarak ortaya çıkmış filmler. Türkiye’de bir de evliya menkıbelerini baz alan, evliyaları anlatan filmler var. Yetmişli yılların başında ortaya çıkmış filmlerdi bunlar. Bu filmlerle ilgili olarak keşke yapılmasaydı diyorum. Bu filmler halkın dini duygularını sömüren hiç de Hz. Ebubekir’i, Hz. Ömer’i anlatamamış ve teknik açıdan son derece kusurlu filmlerdi. Yine bu dönemde devrimci sinema diye bir akım başlıyor. Bunun başını çeken de Yılmaz Güney’dir. Ama Yılmaz Güney’in filmleri bana göre masumdur. Bu akıma mensup olanlar daha çok komedi filmleri adı altında mesela imamı sahtekâr ve toplumun en aşağılık unsuru olarak takdim eden filmler yaptılar. O filmlerde imamı özellikle çirkinleştirip takdim etmişlerdir. İmam modeli olarak; çirkin, siyah cüppeler içerisinde, işte ölü gömen, paso sigara içen, sigaradan bıyığı sapsarı olmuş tipleri seçerlerdi.

En son Vizontele’de vardı böyle bir tipleme.

Vizontele’de de vardı. Yetmişli yılların sonunda ve seksenli yıllarda Mesut Uçakan, bu anlayışa karşı filmler yapmaya başladı. Müslümanların dürüst insanlar olduklarını, İslamî anlayışın da sonsuzluğu arama anlayışı olduğunu ifade eden filmler yaptı. Bu anlayışı ifade eden çok da başarılı filmler yapılmıştır Türkiye’de. Bunların hepsini bir araya getirdiğimizde Türk sinema dili oluşuyor mu? Kanaatimce oluşmuyor. Sizin bir sinema diliniz yok. Bir İran sineması gibi, bir Hint sineması gibi evrensel olabilecek bir sinema dili geliştirdiğimizi söyleyemeyiz.

Biraz zihnimiz karışık gibi. Ondan oluyor sanki.

Zihnimiz biraz değil, epeyi karışık. Cumhuriyet ilan edilmesini şöyle anlatıyoruz yeni nesillere: Cumhuriyet’ten önce sanki burada herhangi bir insan topluluğu yaşamıyordu. 1923’ten sonra uzaydan bir toplum bu topraklara geldi. Yeniden bir tarih yazılmaya başlandı. Geçmişi ötekileştirerek, ona küfrederek, geçmişte yapılan her şeyi kötü göstererek Cumhuriyeti iyi gösterebileceğimizi düşündük. Tabi ki böyle yapınca zihnimiz karışıyor. Türk zihninde devlette devamlılık esastır diye bir umde vardır. Buna göre Selçuklular da, Osmanlılar da Türk devlet teşkilatının bir devamıydı. Hatta Cumhuriyet de bu devletin devamı olarak kurulmuştu. Bürokrasi de bu devamlılığa riayet ettiysek de topluma bunu yansıtmayı istemedik.

Bürokrasi devam ediyor mu gerçekten?

En azından devlet anlayışı devam ediyor. Toplumda modernleşme adı altında geçmişle bağların koparıldığı bir dönemdir. Geçmişi kötü göstermek gibi bir zihniyet oluştu.

Şimdi devamlılıkla ilgili araya girmek istiyorum. Maalesef ben sizin gibi devamlılığın olduğunu söyleyemeyeceğim. Yani kültürel olarak da böyle bir zihin yapımız var. Köylere gidiyorsunuz. Baba ölüyor. Toprak oğulları ya da kızları arasında paylaşılıyor. Paylaşılan topraklar üzerinde verimli bir tarım yapılamıyor. Hükümet değişiyor, bu değişiklik bürokrasinin iş yapan elemanlarının da değişimine neden oluyor. Yeni gelenler maziyi bilmediklerinden önce işleyişi öğreniyor, sonra iş yapmaya başlıyor. Ben yukarıda saydığım her iki durumun da aynı nedene bağlı olduğunu söylemek istiyorum. Bizde maalesef devamlılık düşüncesi pek yok gibi. Bu düşünce olmayınca aslına bakarsanız her iş akim kalıyor.

Siyasi erk bunu yapıyor. Sizinle aynı fikirdeyim. Lakin siyasi erkin değiştirmemesi gereken iki öğe var: Eğitim ve kültür. Kültürün devamlılığını sağlayabilseydik bu böyle olmazdı. Aydınlar İstanbul ya da Ankara’da kahvelerde oturup hikâyeler yazıyorlar. Bu yazdıkları hikâyeler ne derece bizim toplumumuzu yansıtıyor. Bunlar tartılışılır. Yukarıdan bakarak toplumun hikâyesini yazamazsınız. Ona dokunmanız, onların arasında gezinmeniz lazım. İran sinemasının başarısı bizim yapmadığımız şeylerle ilgili. İran sinemacıları İran’daki baskıdan dolayı toplumsal analizler yapıyorlar. Çocuk unsurunu çok iyi kullanıyorlar. Çocuğun masumiyeti üzerine bir sistem eleştirisi geliştiriyorlar. Aynısı veya daha iyisi bizde yapılabilir miydi? Yapılırdı.

Şimdi temelde bizim bir kültür politikamızın olduğunu söylemek çok güç. Kültürü bir dönem batı sazları, bale, opera şeklinde anlamışız. Bunlar olabilir. Lakin burada taklit anlamında bir kültürlenmeden değil, kendi dilimizi arayıp bulmaktan bahsetmek gerekirdi. Lakin bunların da yapıldığını söylememiz zor. Yeni bir kültür almaya çalışmışız, alamamışız ve aslına bakarsanız kendi değerlerimizi de unutmuşuz. Batı bize dayatıyor diye söylüyoruz amma aslında öyle bir şey yok. Bizim aydınlarımız; yetersizliklerini, topluma batıyı dayatarak saklamak istemişler.

Kafa karışıklığımızın ve dağınıklığımızın sonucudur bunlar diye düşünüyorum.

Aynı kanaatteyim. Kafa karışıklığımız politikasızlığımızı doğurmuş. Aydınlarımız toplumumuzu sevmiyor. Aydınlarımız sanat yapmak için sanat yapmışlar. Arasından çıktıkları toplumu dikkate almamışlar. Topluma dokunamamışlar. Sanat sanat içindir. Ben sanatçıyım. Sanatı yaparım. Toplum anlamıyorsa ona da bir şey diyemem. Onlar okumuyorlar. İzlemiyorlar. Batı’ya bakmıyorlar. Dünya gelişiyor.

Orada topluma dokunmak lazım, herhalde.

Kesinlikle topluma dokunmak, sokakta dolaşan insanla bir bağ kurmak lazımdır. Şimdi Alfred Hichkok’a bir şey soruyorlar: Siz neden işçi problemleri üzerine bir film yapmıyorsunuz? Ezilen halklar üzerine bir film yapmıyorsunuz? Cevabı şöyle oluyor: Adam işten çıkıyor. Hafta sonu kafayı dağıtması için sinemaya gitmesi gerekiyor. Kendi ezilmişliğini ve sıkıntılarını bir de sinemada görmek istemiyor. O yüzden ben fantastik filmler yapıyorum. Ama yaptığım bu filmler de bile o toplumun gerçekliğinden uzaklaşmadan yapıyorum bu işi. Biz işçi haklarını savunan filmler yaparken de onun ezilmişliğini gösteriyoruz. Fantastik film yaparken de değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Ortayı bulabilsek çok iyi filmler çıkacak. Yönetmenler, yapımcılar Anadolu’ya gidip hikâyeler dinleseler çok da iyi film çıkarabilirler. Mesela burada Murathan Mungan, “Ben yazdığım hikâyeleri ve romanları babaannemden dinlediğim hikâyeleri geliştirerek yaptım” diyor. Babaannesinden dinlediklerini modernleştirmiş. Çok da başarılı eserler vermiş. Edebiyatçıların, sanatçıların babaannelerini dinlemeleri gerekiyor. Onlar aslında günümüzde yaşadıklarını geçmişle harmanlamışlar ve hikâyelerini oluşturmuşlar. Atasözlerimiz ve deyimlerimiz üzerinde de düşünmemiz gerekiyor. Mesela sakla samanı gelir zamanı atasözünden israf toplumu üzerine bir film çıkar.

Herhalde bizim özgün bir dil ve kültür kurmamız gerekiyor. Nitekim özgün bir dil ve kültürü olmayanın da özgün bir hikâyesi, özgün bir sineması da olmaz.

Bizim özgün dilimizi Dede Korkut binlerce yıl önce kurmuş. Dede Korkut her dönem anlattığı hikâyelerde o dönemin ruhunu aktarmaya çalışmış.

Şimdi Dede Korkut’u anmış iken Güray Süngü’nün editörlüğü ile ortaya çıkmış olan bir çalışma var. On iki farklı yazarın bir araya gelerek yaptığı bu çalışmada her hikâyenin günümüze bakan bir yönü ile yeniden yazılması söz konusu. Kitabın adı, Korkut Ata Ne Söyledi? Okudunuz mu bilmiyorum.

Ben bilmiyorum. İlk defa sizden duydum. Okumak isterim tabi bu kitabı. Mesela Deli Dumrul hikâyesi İslamiyet sonrası yazdığı bir hikâye. Azrail’i tanımayan bir adamın onu tanıma sürecini anlatmış. Ondan önceki hikâyede Tepegöz hikâyesini anlatmış. Bu ise İslamiyet öncesi mitolojik bir hikâyedir. Hikâyelerine günü, yaşadığı çağı, geçmişteki kültürden de kopmadan yapmaya çalışmış. Hep geçmişte kalsaydı Şaman kalması gerekirdi.

Hollywood sineması doğuya ait eserleri alıp bir Amerikan filmine dönüştürüyor. Öncelikle Amerika’ya ve Amerikalılara hitap eden eserler vücuda getiriyorlar. Bizim kendi kültürümüze, kendi bünyemize uygun eserleri ortaya koymamız nasıl mümkün olabilir?

Burada Hollywood’u açalım. Evet Hollywood dünyanın her yerinden hikâye topluyor. ‘Dünyanın polis devleti biziz. Dünyayı biz yönetiyoruz’ diyor. Onu, Amerikan algısını, Amerikan yaşam tarzını o hikâyelerle pazarlıyor. Bin dokuz yüz yirmi beşlere kadar Amerikan sineması eğlence sektörü şeklinde gelişiyor. Amerikan buhranı olduğu dönemde bir çıkış yolu arıyorlar. Burada sinemanın gücünü keşfediyorlar. Araştırıyorlar. Rusların bin dokuz yüz on yedide komünist bir ihtilal gerçekleştirdiğini ve bu ihtilâli de sinema ile birbirinden farklı kültür ve coğrafyalara, üstelik geniş bir coğrafyalara yerleştirdiğini tespit ediyorlar. Burada Lenin’in zekâsını görüyorlar. Lenin ihtilâli yaptıktan sonra yazarları, aydınları topluyor ve onlardan komünist manifestoları yazmalarını istiyor. O dönem insanların çoğu okuma yazma da bilmediklerinden bunları anlamıyor. Bunun üzerine Lenin gelin biz bu işi sinema ile anlatalım diyor. Sinemanın ideolojik olarak kullanımı bu şekilde mümkün oluyor. İşte Amerika bin dokuz yüz yirmi beşte Lenin’in bu propogandist sinemasını öğreniyor. Ruslardan öğrendiklerini Amerika’yı anlatmak üzere yeniden kurguluyorlar. Amerika dünyanın hikâyelerini alıyor, Amerika’nın ürünü gibi dünyaya yeniden satıyor. Elbette “güçlü Amerika” temasını satıyorlar.

Burada bir Amerikan devleti var. Amerika da bu işler devletle de yürümüyor. Kapitalist sistem bunu finanse ediyor.

Amerika’da kapitalist sistem eşittir devlet. Amerika’da bir ürün üretildiği zaman devletin belli kademeleri var. Bu devlet kademelerinde ürün hakkında görüşülüyor. Bu ürünü dünya pazarına çıkaracağız. Devlet burada araya giriyor ve “Amerikan yaşam tarzını işin içine yedirerek” satın diyor. Devletin desteği aslında oradadır. Senaryoların birçoğu Pentagon’da inceleniyor. Amerikan gücünü dünyaya anlatan filmlerin onayı Pentagon’da alınıyor diyebiliriz. Amerikalılar sponsorluk sistemini çok iyi geliştirmişler. Siz bir film yapacağınız zaman, Amerikan kültürünü, yaşam tarzını anlatacağınız zaman sponsoru olduğunuz filmlerden devlet vergi almayacak diyor. Humprey Bogart’ın oynadığı Kazablanka diye bir film vardır. Dünyaya Marlboroyu öğreten filmdir. Humpry Bogart, Kazablanka’da bir bara gelir. Masaya oturur. Kamera yakın plan çekim yaparken cebinden sigara paketini çıkarır ve masaya bırakır. Kamera sigara paketini gösterir. Paketi açar. Sigarayı alır. Sigarayı masaya vurur. Vururken markayı hiç kapatmaz. Bogart sigarayı içerken markayı kapatmadan içer. O filmle Marlboro içme özentisi oluşturuldu. Bir sigara içimi kaç dakikadır? Beş ile yedi dakika. Tam yedi dakika boyunca sahnede ufak tefek bir caz gösterisi dışında sürekli sigara üzerine yoğunlaşılır. Bu sahnenin hem bir Amerikan ürününün dışarıya pazarlanması ve tanıtımına bir katkısı var, hem Amerikan devletine vergi olarak dönüşü var. Marlboro, o ürüne sponsor olduğu için vergi ödemiyor, daha sonra sattığı ürünlerden devlete vergi ödüyor. Özel kanalların ilk çıktığı dönemlerde Ninja Kaplumbağaları diye bir çizgi film vardı biliyorsunuz. O çizgi filmler özel kanallara bedava verildi. Çünkü orada pizza olgusunu yerleştirmek gerekiyordu. O dönem pizza siparişi vermeyen o çocuklar şimdi anne baba oldular. Evlerine pizza siparişi veriyorlar. Dün, bir reklam dikkatimi çekti. Çocuklar evde gürültü yapıyorlar. Anne yoruldum diyor. Şikâyet ediyor. Bir karakter çıkıyor ve diyor ki sıkılmana, yorulmana gerek yok filanca pizzacıyı ara evine pizza gelsin. Çocuklar sevinçle bağırıyorlar. Şu an pizza algısı oluşturulmuş durumda. Sadece olaya sanatsal açıdan bakmamak lazımdır. Bir başka açıdan siz gücünüzü, algınızı, ürünlerinizi satıyorsunuz. Biz İslam ülkeleri arasında lider konumda bir ülkeyiz. Ben sayın Cumhurbaşkanımızın dünya beşten büyüktür sözünü çok seviyorum. Gerçekten dünya beşten büyüktür. Ancak bu; bir siyaset adamının sözü olarak, bir slogan olarak kalmamalı. Biz dünyanın beşten büyük olduğunu anlatan hangi kitabı yazdık, hangi filmi çektik, hangi diziyi yaptık? Bizim aydınlarımızın üzerine düşen bu algıyı yerleştirecek ürünler üretmek. Bu da en iyi sinema ile yapılır.

Bir de sinema seyircisi hususuna gelelim isterseniz. Türkiye’de sinema seyircisi neyi izliyor? Recep İvedik serisi filmlerin gişe rekorları kırdığı, bir şeyi anlatmak derdi olan filmlerin çakıldığı bir ortamda seyirciyi güzel olana yönlendirmenin bir sırrı var mı acaba?

Türkiye neyi izliyor? Sosyolojik analiz yapmamızı gerektiren bir soru aslında. Recep İvedik sosyolojik analizi iyi yapılmış bir film. Toplumun kendisine yapılan baskılara karşı gösterdiği bir tepki filmidir. Elbette toplumun da kültürsüzlüğüne işaret eden bir film. Her ne kadar bir komedi ve küfür filmiyse de Şahan Gökbakar çok zeki oyuncu. İyi bir toplumsal analiz yapmış. Çakılan filmlere gelince bu filmlerin topluma bir şey verdiğini düşünmüyorum. Sanat filmi adı altında kendi kişisel bunalımlarını yansıtıyor diye düşünüyorum bu tür filmleri. Sanatçılar kendi bunalımları dışında bir şey anlatsalar izlenir. Bir de sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok yerinde olan sıkıntı da şu: Dağıtım ağı diye bir şey var. Bu dağıtım ağı kilit kesimlerin elindedir. Bu ağ sizin ürettiğiniz filmlere fırsat vermiyor. Dağıtımına izin vermiyor. Toplumu düşünmeye sevk etmeyen, onu eğlenmeye sevk eden filmlere izin veriliyor, onların dağıtımı ve gösterimi yapılıyor. Ama Recep İvedik’ten devletin elde ettiği rüsum gelirleriyle sanat filmlerine destek veriliyor. Bir de böyle bir gerçek var. Recep İvedik’in rüsum geliri Kültür Bakanlığına geliyor. Orada bir fon var. Onunla da sinemaya destek veriliyor. Destek verilen filmlerin hepsi gişede çakılıyor. Bir de sanat filmleri yapan arkadaşlar festival filmi yapma derdindeler. Toplumun derdini anlatan filmler yaparlarsa festivalde de başarılı olurlar, toplum da onları izler. Dünyada ödül veren festivallere Amerikan kapitalizmi destek veriyor. Çünkü, piyasada kendisine rakip istemiyor. Doğrudan doğruya “siz gidin festivallerde eğlenin, kendinizi tatmin edin, ben de dünyaya kendi algımı satayım” diyor. Seyircinin önüne ne sunarsanız seyirci ona gider. Şimdi toplumu anlamayan, iyi bir PR çalışması yapılmamış film yaparsanız kimse o filmlere dönüp bakmaz.

Herhalde işin sırrı topluma dokunmakta.

Evet aynen öyle. Topluma dokunmak gerekiyor. İnsanlara dokunmanız, sokaktaki insanı tanımanız gerekiyor Bir kahvede oturup, Anadolu’daki Fatma teyze ile Ali amcayı tanıyamazsınız. Onu gidip yerinde görmeniz ve anlamaya çalışmanız gerekiyor.

Öner bey, sinema seyircisini kitapla, şiirle, kültürle buluşturmak için sinemacılar neler yapabilirler? Batı’da yapılan birçok biyografik filmin oldukça ilgi çektiği tespitini yapmam gerekiyor. Bizde de bu tür filmleri üretmek için neler yapılabilir? Mesela sizin televizyonda yapmış olduğunuz biyografik filmlerin akıbeti ne oldu?. İlgi çekti mi?

Bizim o zaman yaptığımız evliya filmleri toplumun bu husustaki açlığına bir cevap olarak üretilmiş çalışmalardır. Bu eserler önce, Türkiye Gazetesi tarafından okuyucularına bant tiyatrosu olarak üretilmiş çalışmalardı. İlgi çekince bu yapımların üzerine gittiler. İçerikten ziyade çekim kaliteleri çok kötüydü. O hikâyeleri anlatan insanların çoğu da o hikâyeleri bilmeden yaptılar.

Hikâyenin olduğunu söylemek de pek mümkün değildi her halde?

Doğrusu menkıbeler üzerine kurulmuştu senaryolar. Toplumda yer aldı mı diyecek olursanız, evet yer aldı. En azından bir dönem toplumun bu konudaki beklentilerini karşıladı. Geliştiremediğimiz için de bir noktadan sonra izlenmez oldu.

Hani illa uçtulu katçılı film yapmak yerine insan hakikatine dönük, hikâyenin bir konusunu ele alıp onu işleyen filmlerde yapılabilir herhalde.

Yahudi felsefesini de anlatan Matrix diye bir film var biliyorsunuz. Ciddi anlamda gişe yapmıştı. Ben bu filmi bizdeki karşılığı olabilecek bir şeyiyle örnek vermiştim. Biliyorsunuz Yunus Emre Hacı Bektaş’a gider. Hacı Bektaş ona bir soru sorar. Getirdiğin her alıca karşılık olarak bir nefes ister misin der. Yunus Emre, darı ister. Sonra yaptığı hatayı fark edip dergâha geri döndüğünde oraya kabul edilmez ve Tapduk Emre’ye yönlendirir. Acaba nefes seçseydi, Yunus hangi boyutta olurdu? Alın size Matrix tarzı nefis bir film. O zaman Yunus’u daha iyi anlamaya ve anlatmaya başlayabiliriz. Yunus’u anlatan filmler, sırtında tekkeye kırk yıl odun taşıyan dervişi anlattılar bize. Böyle anlatırsanız, Yunus’u anlatamazsınız diye düşünüyorum. Yeniden nefes istemeye gelince senin bizde nefesin yok, senin nefesin Tapduk’ta diyorlar. Tapduk’a gittikten sonraki Yunus’u odun taşıyıcısı olarak gördük. Yunus aslında sonsuz bir nehirdir. Osmanlı’nın kuruluş felsefesi Yunus’un şiirleri üzerine kuruludur. Bunları anlatmamız lazım. Hikâye çok.

Yine hikâyeye dönüyoruz.

Evet hikâyeye dönüyoruz. Hikâyeniz olursa bunları anlatabilirsiniz. Beğenelim veya beğenmeyelim, Türkiye’de tarihi dizi Muhteşem Yüzyılla başladı. Muhteşem Yüzyıl, televizyonlarda gösterime girdiğinde insanlar tarih kitapları okumaya başladı. Tarihi insanların gündemine sokmuştur bu dizi. Bu filmden sonra gerçeklikten kopuk tarihi romanlar yazılmaya başlandı. Şimdilerde ise Diriliş diye bir dizi film çekiliyor, insanlar Osmanlı tarihini araştırmaya başladılar. Tarihçilerimiz Osmanlı tarihini ne kadar doğru anlatmışlar bu da meçhul. Sinemada işleyeceğiniz temalar kitap okumayı da teşvik eder. Altyapısı olan doğru eserler sinemaya aktarılırsa olur bu iş. Mesela Yahya Kemal’in filmini yapalım. Biliyorsunuz, şiirimizin zirvelerinden birisidir.

Tabi ki Yahya Kemal’in hayatını belgesel yapmaktan bahsetmiyoruz. Onun hayatı filme aktarılacaksa güçlü hikâyeye ve hikâyeciye ihtiyaç var.

Hem hikâyeciye hem de icracı sanatçıya, yani yönetmenlere ihtiyaç vardır. Yönetmenin de onun hayatını filme aktaracak birikime sahip olması gerekiyor. Ve bu dili, bu kültürü aktaracak yöntemi keşfetmesi lazım. Topluma yabancı bir dille anlatırsanız, toplum buna itibar etmez.

Son olarak, sinemacıların Kültür Bakanlığı ile ilişkileri ne düzeyde, sinemaya kültür bakanlığı tarafından verilen destek hususunda fikrinizi alalım.

Kültür Bakanlığı sinemaya belli bir destek veriyor. Her şeyi de Kültür Bakanlığından beklememek gerekir. Kültür Bakanlığı film çekimine destek vermek yerine sizin çektiğiniz filmlerin dünya piyasasına pazarlanması ve tanıtılması hususunda ön ayak olmalıdır. Türk sinemasını dünyaya taşımalıdır. Ben sinemaya yeterli desteğin verildiğine inanmakla birlikte, destek verilen filmler bizi, Türkiye’yi, insanımızı ne kadar doğru anlatıyor, buna bakmak lazım. Desteklenen filmleri yapanlar buradan kazandıkları para ile kâra geçmeyi düşünüyorlar. Bu filmleri yapanların kendi ceplerinden de harcamaları gerekiyor. Sinema bir ticarettir. Siz film yaparken aynı zamanda ticaret de yapıyorsunuz. Bakanlık destek veriyor. Ama üzerine para koyup daha verimli işler yapmanız icap eder. Kültür bakanlığının desteği yeterli olmakla birlikte bakanlığın filmlerin tanıtımında da öncülük etmesi daha iyi olur. Siz film üretiyorsunuz. Türkiye’de altmış, yetmiş milyon seyirci var. Dünya’da sekiz milyar seyirci var. Bu filmler dünya pazarlarına sunulmalıdır. Pazarlanmayan ürünün bir kıymeti olmaz. Bakanlık pazarlama işinde öncülük etmelidir. Pazar oluşturacaksınız. Pazar olursa arkasından para da gelir zaten.

Öner bey, ben kitapistanbul adına size teşekkür ediyorum. Bize zaman ayırdınız. Sağolun.

* www.kitapistanbul.com

Toplam Tıklama: 402321 Aktif Ziyaretçi Sayısı: 12
Tüm Hakları Saklıdır. WebMaster:Osman Selvi