Kullanıcı Girişi

Kullanıcı girişi yapabilmeniz için kullanıcı adı ve parolaya sahip olmanız gerekmektedir. Üye değilseniz sağdaki bölümden üyelik kaydı gerçekleştirebilirsiniz.

Şifrenizi unuttuysanız sağdaki Yeni Üyelik/Şifremi Unuttum bölümüne sadece email adresinizi giriniz.

Giriş

Giriş Formu

 

Yeni Üyelik/Şifremi Unuttum



..:: Kitapistanbul ::..
Kitap Kültürü Platformu
  •  Küreselleşme Üzerine

Batı’dan bize pazarlandığı için, Batı patentli olduğu için düşünmeden, doğrusu, eğrisi tartılmadan bir değer gibi telakki edilen küreselleşme haddi zatında bir değer değildir. Onu tahlil eden pek çok Batı’lı yazar ve diğer ülke yazarlarının ifade ettiği gi

FEHMİ BAYKAN’LA GLOBALLEŞME ÜZERİNE

Soru: Öncelikle kavramdan başlayalım. Globalisation tam olarak Türkçe’ye nasıl tercüme edilmeli?

Benim kanaatime göre globalisation kelimesini Türkçe’ye küreleşme diye çevirmek doğru çeviridir. Glob, küre demek. Bu da bahsedilen bazı olguların küreye yayılması, adeta bütün dünyaya yayılması, dünya şumül olması anlamına gelir. Hal böyle olunca oraya sel takısı ilave etmek bence lüzumsuzdur. Bence Türkçe’de pek çok kelimeye sel takısını koymak manasızdır. Türkçe’nin bünyesine de uygun değildir kanaatime göre. Bir misal vereyim. Biz penceresel cam demeyiz, pencere camı deriz. Kapısal tokmak demeyiz, kapı tokmağı deriz. Sel ve sal takılarını çok lüzumsuz kullanıyorlar. Bu yanlıştır. Globalisation kelimesine de alışılagelmiş sel takısını hemen soktular. Bence yanlış, küreleşme, manayı hem güzel ifade ediyor, hem de Türkçe’ye uygundur.

Soru: Globalleşme nasıl bir süreçtir, nereye doğru yol alıyor, bunu kimler istiyor?

Zaman zaman bazı terimler, fikirler, entelijansiya ve medyada moda olur. Son yılların bu kabil modası da globalleşme. Şimdi bermutat ben kelimenin etimolojisinden başlayayım. Globalleşme glob, küre demek. İngilizce’de arz manasında kullanılır. Küreselleşmenin Türkçe karşılığı, dünyaya şamil, alem şümûl demektir. Bütün dünyada olan, dünyaya sirayet eden, bütün dünyayı kapsayan olgular. Şimdi Türkiye’de bu fikriyatı liberal eğilimliler pazarlıyorlar. Özellikle Bolşevik rejimi çöktükten sonra moda oldu. Liberallerin tavrı, Sovyet rejimi çöktükten sonra kendi liberal görüşlerinin adeta bütün dünyada ibra olduğu, doğrulandığı şeklinde ki propaganda hız kazandı. Biz zaten diyorduk dinlenmiyorduk bakınız, bizim antimiz sistem çöktü, şu halde tek doğru sistem liberalizmdir. Bütün dünya da buna gidiyor, eski Bolşevik memleketleri de liberalleşiyor dediler ve bu fikir çeşitli şekillerde bütün dünyada propagandası yapılır hale geldi. Şimdi burada dikkat edilmesi gereken, sorulması gereken bazı sualler var. Bir kütüphaneye gidip de küreleşme ile ilgili literatür taranırsa görülür ki, liberallerin fikirleri kadar liberal görüşe karşı iki ciddi ekol muhalefet etmektedir. Bunlardan birisi gerçekçilik (realizm), diğeri de Neo-Marksist görüştür. Sovyet rejimi çökse de alışılmış manada Marksist-Leninist fikirler, artık savunulmasa da Neo-Marksistler liberallerin savunduğu yeni inkişaf, üstelik fazilet olarak empoze edilen küreleşmeyi çok tenkit etmektedirler. Demek ki küreleşme hakkında nesnel, objektif bir neticeye ulaşmak için sadece liberallerin propagandaları ile iktifa etmemek lazım. Muhaliflerin görüşlerini de incelemek lazım. Onlar da yekun tutuyor. Türkiye’de bunlar takdim edilmiyor, ama Batı literatüründe bunlar var. Globalleşmeye karşı. Onun için önce globalleşme veya benim kanaatime göre doğru Türkçe olan küreleşme hakkında tek görüş olmadığı, liberal görüşün yanı sıra ona muhalif görüşlerin de olduğunu hesaba katmak gerekir. Şu halde incelenmesi gereken ilk sual, globalleşme dedikleri tek şekilde mi tefsir edilmesi gerekir? El cevap, hayır. Farklı şekillerde de ele alınıyor, şimdi onları özetleyeceğim. Sorduğunuz suallerle alakalı bir diğer sual şudur: Liberaller küreleşmeyi yakın zamanların bir olgusu, nevzuhur bir olgu olarak takdim ediyorlar. Literatürde bu da tartışılmaktadır. Üstelik ciddi olarak reddediyorlar, son derece makul deliller ileri sürüyorlar ki küreleşme yeni bir olgu değildir. Evveliyatı kimine göre tâ taş devrine kadar gidiyor. Oralara kadar götürülebilir mi bilmiyorum ama bana göre de küreleşme nevzuhur bir hadise değildir. Bu yaşlı dünya çok küreleşme görmüştür. Günümüzde küreleşme denilen bazı olgular, eski küreleşmelerin sulbünden gelmektedir. Binaenaleyh iddia edildiği gibi, yeni bir olgu da değildir. Bu münasebetle, sorulması, incelenmesi gereken bir diğer sual, liberal ekol mensuplarının telkin ettiği şekilde bir fazilet midir? Behemehal ona intisap edilmesi gereken bir kamp mıdır? Bunun dışında kalındığı takdirde bizi ürküttükleri gibi ve adeta hakaretâmiz sıfatlarla, tehdidâmiz bir tarzda ifade ettikleri gibi, çağdışılık, gericilik vs. mi olur? Bunları da incelemek lazım. Galiba burada söz karıştı. Odaklanılması gereken sual şu: Küreleşme bir fazilet midir? Behemehal herkes o istikamette mi gayret göstermelidir? Bunun da incelenmesi gerekir. Bu bağlamda bir dördüncü sualle incelenmesi gereken mevzu, olgu olarak küreselleşme nedir? Küreselleşme diyorlar ve bu insanda şöyle bir intiba bırakıyor. Son yıllarda yeni bir olgu çıkmış. Adı üstünde küreselleşme. Bütün dünyaya şamil ve yeknesak, mütecanis bir olgu. Bunu da teşrih etmek lazım. Küreselleşmeyi müspet şekilde takdim edenler, bunun propagandasını yapanlar adeta küreselleşme diye homojen, mütecanis bir olgu varmış gibi konuşuyorlar, bütün dünyaya şamil, üstelik de bu terakkidir, behemehal uymak lazım, intisap etmek lazım, son zamanlarda ortaya çıkmış yeni bir olgudur. Bütün bunlar, bu fikirler incelenmelidir. Literatürde bu fikirlerin incelenmesi var. Ben de inceledim. Bunlara cevabımı vereceğim. Şimdi şuradan başlayalım. Kronolojik sıra ile. Küreleşme etrafında fikir beyan edenler, her şeyden önce bunun zamanı itibarıyla hemfikir değiller. Müşahhas misal vereyim: Küreleşme bazılarına göre son on yılın bir olgusu. 1990’dan sonra ortaya çıkmış bir olgu. Mesela, D. Harvey isimli bir araştırmacı, 1989’da neşrettiği The Condition of Post Modernity isimli kitabında sürecin 1970’lerde başladığını söylüyor. Bazı araştırmacılara göre 950’lerin sonlarında başladı. Mesela, J. N. Rosenau isimli bir araştırmacı, Turbulance of World Politics isimli kitabında 1990’da çıktı. 1992’de çıkan ve Robertson isimli bir araştırmacının Globalisation: Social Theory and Culture isimli kitabında sürecin 19. asrın ortalarında başladığı ifadelendirilir.Bu kadarla kalsa iyi. Globalleşmeyi medeniyetin ta başlangıcına götüren bile var. Gamble isimli bir araştırmacının Time Walkers: The Prehistory of Global Colonisation 1994’de çıktı bu kitap. Görüldüğü gibi küreleşmenin başlangıcı hakkında da ittifak yoktur. İhtilaf vardır. İkinci ihtilaf küreleşme. Bununla alakalı olarak, mahiyeti nedir? Mahiyet meselesine girmeden önce küreleşmenin yeni bir olgu olmadığı ile ilgili ben fikrimi söyleyeyim. Bana göre de küreleşme yeni bir olgu değildir. Liberaller, bunu çarptırarak takdim etmektedirler. Evvel eski şu yaşlı dünya çok küreleşmeler görmüştür.

Küreleşme ile ilgili ilk itiraz şudur: Küreleşme nevzuhur bir olgu değildir. Doksanlardan sonra ortaya çıkmış bir olgu değildir. Yetmişlerden sonra ortaya çıkmış bir olgu değildir. Kanaatime göre tarihte bunun pek çok numûnesi vardır. Şimdi bununla ilgili tarihten birkaç misal vereyim. Önce Avrupa ile Uzakdoğu’nun asırlardır münasebet tesis ettiği bir ülkeyi misal vereyim: Hindistan. Hindistan İsa’dan önceden beri Avrupa ve Ortadoğu ile ticaret ve kültür münasebetleri içinde olmuştur. Şimdi Hindistan’ı, Hindistan kültürünü, Ortadoğu ve Avrupa’ya nasıl yayıldığını tarihteki küreleşmeye bir misal vereyim.

Hindistan kıtasında İsa’dan önceden beri, başlangıcı kesin olarak bilinmeyen tarihten beri, çok yönlü, her bakımdan zengin bir kültür vardır. Çeşitli dillerin konuşulduğu, farklı kavimlerin ve yönetimlerin olduğu bir kıtada zamanı kadimden beri ileri bir fen, sanat, mimari, heykel vs. edebiyat ve din zenginliği ortaya çıkmıştır. Bu kıta zamanı kadîmden beri, sadece çevresiyle değil, dünyanın en uzak kısımlarıyla bile iktisadî münasebet kurmuştur. Daha doğrusu merkezi Hint kıtası olan ve çevreye yayılan iktisadî münasebetler ağı meydana gelmiştir. Keza bu maddi emtia zenginliğiyle beraber çeşitli kültür ve ilim ürünleri de etrafa yayılmıştır. Mesela, Avrupalıların Araplardan öğrendikleri için Arap rakamı dedikleri rakam şekli Hint menşelidir. Bunun yanı sıra cebir, tıp, astronomi, Hint’ten gelmiştir ve diğer topluluklar da bunlardan öğrenmiştir. Hele ruhî, psişik ve manevi, spritual alanda ortaya koydukları ürünler, günümüzde bile hâlâ tesirlidir ve yaygındır. Yoga, meditasyon vesaire gibi.

Hindistan asırlarca o kadar güçlü bir cazibe merkezi oldu ki, İ. Ö. IV. asırda Makedonya’lı İskender, burasını fethe kalktı. Ta Makedonya’dan kalktı, yayan yapıldak Hindistan’ı fethe çıktı. Bugün bile gitmek zor. Ne kadar cazibe merkezi. Bu muazzam resmi gözümüzde tutarak şöyle düşünelim: Günümüzdeki küreleşme şampiyonlarından birisi o devirde yaşasaydı, bu manzarayı görünce dünya küreleşti diye hoplamaz mıydı? Dünya o zaman bir kere küreleşmiş.

Biraz daha yakına gelip, başka bir resme bakalım: Kadîm Yunan. Helen Yunan topluluğu pek çok ibtidaî kavmin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu ibtidaî topluluklar, sabanı, ziraati, madenleri işlemeyi, papirusu, kadim Mısır’dan öğrenmişlerdir. Tapınak yapmayı, boyayı, zeytinyağı imalatını vesaireyi de Anadolu’dan öğrenmişlerdir. Anadolu kültürü ayrı, Helen kültürü ayrıdır. Uzunluk, ağırlık, zaman ölçülerini, (su saati, güneş saati gibi aletleri), haftayı, parayı, müneccimliği Kaldelilerden öğrenmişler, alfabeyi de Doğululardan öğrenmişlerdir. O zaman da globalleşme var. Kültür küreleşmesi.

Yunanlılar bütün bu öğrendiklerini terkip ederek, kendilerine has bir kültürü yaratmışlar, ucu Karadeniz’den başlamak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, Sicilya, İtalya, Fransa ve İspanya’da olmak üzere Akdeniz’in pek çok mıntıkasında koloniler kurmuşlar, buralara hakim olmuşlar, kendi paralarını, dillerini, törelerini bu geniş sahalara yaymışlardır. O zaman Yunanlıların tesis ettiği globalleşmiş mıntıka, bugünkü Avrupa’dan daha geniştir.

Zamanımızın globalleşme şampiyonlarının bu vaziyeti globallik olarak tavsif etmede tereddüt etmemeleri lazım gelir. Zira Yunanlıların o günden kalma başta filosofya, felsefe olmak üzere ihdas ettiği pek çok kültür ürünü, ilmi terimler, hâlâ Avrupa’da ve dolayısıyla dünyada yaygındır. Hatta bizatihi Avrupa kelimesi bile Yunanca’dır. (Avrupa; Europe, Zeus’un boğa şekline sokarak kaçırdığı Fenikeli prensesin adı) Görüldüğü gibi globalleşme o zaman da var. Demek ki eskiden de bir başka globalleşme yaşanmış.

Tarih albümüne bakmaya devam edelim. Çin imparatorluğu, Roma imparatorluğu, Roma-Cermen imparatorluğu gibi etrafındaki kavimleri siyasi bir teşkilat altında birleştiren o devrin global yapıları da vardır. Osmanlıyı da bu cümleden mütalaa etmek kabildir ve doğrudur. Osmanlı da global bir devlettir. Kendi sistemini Avrupa, Ortadoğu, Asya, Karadeniz’e vermiştir. Bunlar global teşkilatlardır. Globallik yeni değil. Burada sözü uzatmadan eskinin başka bir globalleşmesine misal vereyim. Dünya görüşü alanında bir globalleşme: O da Hıristiyanlık.

Eğer küreleşme bazılarının ileri sürdüğü gibi, dünya görüşü, eğitim, yaşama tarzı birliği, bir kelimeyle kültür birliği olarak telakki edilirse, bunun pek çok tarihi nümûnesinden biri de Hıristiyanlıktır. Şimdi bunu hülasaten görelim.

Hıristiyanlığın menşei gerçi Kenandır (Filistin). Ama bunun bir din olarak yayılması Yunan şehirlerinde olmuştur. Ahd-i Cedid’i (İncilleri ve azizlerin mektuplarını) Kur’anı bir yana bırakıp da konuyu tarih açısından ele aldığımızda görürüz ki bu dinin büyük ölçüde Yunanlılar ve kısmen de Latin’ler tarafından yaratıldığı ortaya çıkar.

Daha sonra İsacılar tarafından Hıristiyanlık olarak öğretilen fikirler Batı’lı araştırmacılara göre Zaten İsa’dan çok önceleri o mıntıkada mevcutmuş. Fransız tarihçisi C. Seignobos şöyle diyor: Yeni din, Asya’nın Kalde ve Mısırla temasta olan Helenleşmiş memleketlerinde vücut buldu; bu memleketlerdeki rahip loncaları Tanrı’nın niteliği ve insanın ölümünden sonraki kaderi hakkında esasta bir doktrin oluşturmuş bulunuyorlardı. Bu eski dinlerden alınma inançlar adına Fransızca’da Mystére, Grekçe’de Müsterion, fakat gizli tutulduklarından iyice bilemediğimiz, başka asıldan bir takım dinî usûl ve ayinlere mezc edildi.

Yunanistan’a yabancı memleketlerden gelmiş olar Mystére, Müsterion’lar, İsis’inkiler Mısır’dan, Adonis’inkiler Suriye’den gelmişlerdi. (Dinsel inançlarına bağlı ve Avrupa kavimlerine bilhassa yabancı bir takım duygulara dayanan, gizli törenlerden ibarettiler. Kendilerini kötülük kuvvetlerinden kurtaracak olan ruh ve beden temizliğini sağlamak ve çile doldurmak için yapılan bir takım sembolik denemelerden sonradır ki mü’min işin sırrına erebiliyordu. Tanrısal bir vahiy şeklinde yapılan bir öğrenime tabi tutuluyordu ki bu tabiat üstü kuvvetlerin şefaatiyle, kendisinin şefaate kavuşmasını vaat etmekteydi. C. Seignobos, Avrupa Milletlerinin Mukayese tarihi, sh. 51-53

Demek ki İsa’nın havarilerinde çok önce üstatlarına atfen öğrettikleri fikirler zaten o bölgelerde daha önceden mevcutmuş.

Konunun ilahiyat kısımlarına girmeyelim. Burada bizi ilgilendiren, bu fikirlerin o devir toplulukları arasında nasıl yayıldığını hatırlamaktır. Bunlar incelendiğinde görülecektir ki Hıristiyanlık, bir dünya görüşü, yaşama tarzı olarak global bir mahiyet almıştır.

İsacılık tarihinde dönüm noktası Konstantin’in İsacılığı kabulü ve bu dini resmi devlet dini haline getirmesidir. Konstantin kendi riyasetinde İznik’te meşhur şurasını tertip etti ve piskoposları toparlayıp, çeşitli ilahiyat meselelerini karara bağladı. İncillerin sayısını da dörde indirdi.

Zamanla helenleşmiş şehirlerde başka ökümenik sinodlar, (evrensel şûralar) toplandı ve Hıristiyanlığın amentülerini tesis ederek, aldıkları kararları diğer kavimlere de yaydılar.

Roma kilisesi 11. asırda İstanbul’dakinden koptu. Avrupa’daki putperest kavimleri Hristiyanlaştırdı, çeşitli dinler tedavülden, gerek zorla gerek ikna ile kaldırıldı. Bu durum 11. asra kadar devam etti. Roma kilisesi, Şarlman’ın da yardımıyla Latince’yi resmi ve dinî dil haline getirerek Avrupa’da yaydı. Bakın oikoumenikos tabiri evrenseldir. Katholicos tabiri evrenseldir. Bunlar belli inancın muhtelif kavimler arasında yaydıkları gibi aynı zamanda dili de globelleştiriyorlar. Latince global bir dil oluyor.

Hulasa gerek Konstantinopolis’teki kilise, gerekse Roma kilisesi, Ortadoğu ve Avrupa’daki çeşitli pagan dinlerinin, Avrupa’daki Barbar kavimlerin ilkel inançlarının yerine bir tek din ihdas ederek, evrensel (katholichos) bir nizam ve zihniyet birliği yarattı, oikoumenistik cihanşümul bir teşkilat kurdu. Laik ve dünyevî iktidarları buraya bağladı: Hıristiyan tabirlere bakarsak; adı üstünde oikoumenikos, katholichos, evrensel, cihanşümûl anlamına geldiğine göre global lafzı da, manası da tâ dördüncü asırda konmuştur, gaye edinilmiştir, propagandası yapılmıştır.

Demek ki, Hıristiyanlık itibarıyla bakarsak, terimi ile, fikri ile, tatbikatı ile globalizations dördüncü asırda vuku bulmuştur. Bugün de epeyce globaldir.

Aynı şekilde Muhammedîlik ise kendisinden önce gelen dinleri de hak görmesi itibarı ile İsevîlikten de daha globaldir. Bu noktayı da derc edip geçiyorum. Hatta dipnot olarak müslümanlık konusunda şunu da hatırlayıp geçelim. Muhammed, sadece insanlara değil cinlere de gelmiştir. Muhammedîlik mesajı Hıristiyanlığa kıyasla, çok daha globaldir. Demek ki bu tür fikirler evvel eski bu dünyada öğretilmiştir. Cinlere de şamil fikirler olarak öğretilmiştir. Cihanşümûl hatta kainata şamil olduğu söylenir. Muhammed’in bütün kainata gelmiş bir peygamber olduğu söylenir. Bunlar global fikirler değil midir? İnanılır, inanılmaz o ayrı mevzu. Bu fikirler dünyada öğretildi diyorum.

Tarih albümüne biraz daha bakmaya devam edelim. Günümüze bir miktar daha yaklaşalım. Batının medar-ı iftiharı olan zenginliğinin, gücünün zemini kapitalizmdir.

Bu muazzam tarihi panorama bir makaleye sığmaz. Bu itibarla ben burada kapitalizmden sadece çok özet olarak bahsedeceğim.

On beşinci asırdaki epizota bakalım: Kapitalizm nasıl ortaya çıktı? On beşinci asırda Venedik ve Cenevizliler Uzakdoğu ticareti sahasında rekabet halinde idiler. Portekizliler ise Afrika kıyılarında fildişi ve köle ticaretine başladılar. Keza Portekizliler ile Venedikliler de birbirleriyle rekabet halinde idi. Hindistan ile Avrupa arasındaki deniz ticaretini asırlardır Araplar başta olmak üzere Yahudiler ile Suriyeliler yürütüyordu. Hintli ve Çinli denizciler kendi mıntıkalarında deniz ticaretini sürdürürken Araplar Uzakdoğu mallarını Basra körfezine ve Kızıldeniz’e taşıyorlardı. Venedikliler ise, Araplarla ticaret bağlantısı içerisinde İskenderiye’de ticari üsler kurmuşlardı. Bu ticaret bağlantısına Cenevizliler de güçlü olarak dahildi.

Vaktaki Türkler imparatorluk haline geldiler, İstanbul’u fethettiler, durum Ceneviz aleyhine değişti. Zira Osmanlı’nın bin dört yüz elli üçte İstanbul’u fethiyle başlayan, başta Pera, Beyoğlu’ndaki merkezleri olmak üzere Karadeniz ve Akdeniz’deki üslerini de Cenevizliler kaybettiler. (Türkler 1462 yılında Midilli’yi, 1464’te Kıbrıs’ı fethettiler. Burada Cenevizliler ticaret ve askeri üsleri vardı.)

Neticede ticaret tekeli Venediklilerin eline geçti. Durum aleyhlerine dönen Cenevizliler bunun üzerine Uzakdoğu’ya, Hindistan’a gitmenin yollarını aradılar. Bu gaye istikametinde pek çok teşebbüsleri vardı. Nihayet bildiğiniz gibi Cenevizli Kristof Kolomb, Uzakdoğu’ya gitmek gayesi peşindeyken başka bir kıtayı, Amerika’yı keşfetti. Bu durum Avrupa, hatta beşeriyet tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Şimdi Portekizli, İspanyol ve diğer Avrupalı milletlerin Amerika ve Uzakdoğu’da yaptığı mezalimi talanı ve vandallığı bir tarafa bırakalım, işin iktisadî vechesine bakalım.

Neticede Uzakdoğu, Afrika ve Amerika Batı’nın müstemlekeleri haline geldi; Batı’nın sanayi devrimini sağlayan ucuz hammadde, kıymetli madenler buralardan merkeze aktı.

Meseleyi ibtidaî seviyede bir korsanlık, talan, şekavet olarak görmemek gerekir. (Gerçi olanların bu vechesi de mevcuttur). İngilizler, Hollandalılar dev iktisadî şirketler kurdular. Hollanda’nın ve İngiltere’nin Doğu Hint şirketleri meşhurdur. East India Company. Vakıa çok daha önce Avrupa’da bazı şehirlerde (Frankfurt, Cenevre, Lion gibi ) beynelmilel fuarlar kuruluyordu. İtalyanlar bankacılığı geliştirmişlerdi. On üçüncü asırdan beri tatbik ediliyordu. Sikke ve para taşıma külfetinden tacirleri kurtarmak için poliçe, havale yolu bulunmuştu. Keza Hanse veya Hansa denilen beynelmilel ticaret birliği de bu dönemde mevcuttu. İktisadî muamelelerin emniyet içinde cereyanını sağlıyordu.

Şimdi bu kısa hatırlatmalardan çıkaracağımız netice şudur. Görülüyor ki bin dörtyüzlerde bin beşyüzlerde bile günümüzün joint Ventura’ları mevcuttu. Mesela Arap tacirleri ile Venedikli tacirler arasında; Cenevizliler ile Portekizliler, İspanyollar arasında; Avrupa’nın çeşitli prensliklerinin tebaası tacirlerinin arasında müşterek teşebbüsler (joint Ventura’lar) kurulmuş. Bir diğer nokta da okyanus aşırı iş yapan dev şirketlerin mevcudiyetidir.

Bunlar günümüzdeki benzeri büyük şirketler gibi menfaatlerini mahalli hükümetlere empoze ediyorlardı, gerektiğinde ise kendi devletlerinin askeri gücünü kullanıyorlardı. Aynen günümüzdekiler gibi.

Keza kendi aralarında zaman zaman hem rekabet vardı, hem de işbirliği. Aynen günümüzde olduğu gibi. Görüldüğü gibi iktisadî alanda da globalleşme müşterek teşebbüslere varıncaya değin asırlarca önce görülmüştür. Bunların müesseseleri kurulmuştur. Görüldüğü gibi sadece kültür, dünya görüşü, zihniyet alanında değil iktisadî sirayet küreye şamil olma manasında da bu kabil olgular asırlarca önce de bu dünyada cereyan etti. Binaenaleyh küreleşme yeni bir olgudur diyenler gerçeğe uygun konuşmuyorlar, söyledikleri tarih olgularına uymuyor.

Küreleşme tarih itibarıyla yeni bir olgu olmadığı gibi bu konuda zamanımızda ileri sürülen nazariyeler de birbirinden farklıdır. Türkiye’de küreleşmeyi savunan, şampiyonluğunu yapan liberal temayüllülerdir.

Soru: Hocam bu arada küreleşme konusundaki en temel görüşleri özetleyebilir misiniz?

Küreleşme konusunda literatür incelendiğinde görülür ki liberallerin yanı sıra onlara muhalif olan gerçekçiler, realistler ve Neo-Marksistler de mevcuttur. Bu iki ekolü liberalleri ve küreleşme tabir edilen pek çok olguları ciddi olarak tenkit etmişlerdir. Halbuki Türkiye’de basın yayın alanında son iki zikrettiğim görüş mensuplarına yer verilmemektedir. Buradan da şu husus ortaya çıkıyor. Türk medyası küreleşme konusunda nesnel değildir, tarafgirânedir. Bunda belki bir suiniyet vardır bilmiyorum, belki bunun sebebi cehalettir, veyahut da her ikisi birdendir.

Şimdi küreleşme konusunda fikir beyan eden yazarların görüşlerini özetle toparlayalım. Zamanımızda beynelmilel münasebetler alanında artık klasikleşmiş üç temel nazariye var: 1. gerçekçilik (realizm), 2. Marksist- Leninist görüş (Buna dünya nizamı nazariyesi World System Theory de deniyor.) 3. Liberalizm (serbestiyet). Liberalizme benden başka da serbestiyet diyen yok ama serbestiyettir.

Bir de son on yılda ortaya çıkan görüşler vardır. Yeni gerçekçilik, Neo-Liberalizm, Tarihi toplum bilim. Bunların yanı sıra da postmodernizm ve feminizm gibi pek itibar görmeyen ikinci derecede fikirler de mevcuttur.

Ben burada pek itibar görmeyen ikinci dereceden nazariyeleri dikkate almayacağım. Asıl üç önemli nazariyeyi özet olarak belirteceğim. Önce gerçekçi nazariyeden başlayayım.

Realizm(Gerçekçilik): Gerçekçilik beynelmilel münasebetler alanında en hakim ve en eski görüştür. Bu görüşü ifade için reel politik veya Raisond’état kelimeleri de kullanılıyor. Raisond’état Türkiye’ye hikmet-i hükümet olarak çevriliyor. Devletin varlık sebebi. Devletin sebebi, devlet idaresinin şartları, siyasi hadiselere devlet açısından bakıp, devletin mevcudiyetini meşru görme gibi manalara gelir.

Gerçekçilik en kadim zamanlardan beri devlet yöneticileri tarafından nazariyelerini bilmeden uygulaya geldikleri siyasettir. Devlet yöneticileri bu tarzı uyguladıkları gibi tarihin en eski zamanından beri pek çok gerçekçi tarzın doğruluğu istikametinde fikirler ileri sürmüşlerdir.

Teferruata girmeden birkaç meşhur simanın adını vereyim. Tukidites isimli tarihçi, Meloslu Diyalog’unda gerçekçi görüşü savunmuştur. Keza 15. asrın meşhur siyaset bilimcisi Machievelli bu fikri savunmuştur. 17. asrın meşhur filozofu T. Hobbes, gerçekçiliği savunmuştur. Tarihte bu fikri savunan pek çok düşünür mevcuttur. Keza zamanımızda da pek çok siyaset bilimci gerçekçi ekolü savunuyorlar. E. H. Carr, Yirmi Yılın Buhran’ı isimli eseriyle, H. C. Mongento, Milletlerarası Siyaset: Barış için Siyaset isimli eseriyle, daha başka pek çok yazar var. Şimdi burada gerçekçiliğin asli veçhelerini serlevhalarıyla izah edeyim.

Çeşitli gerçekçi görüşlerin ortak olarak savundukları noktalar şunlardır:

1-Devletçilik (Statism), 2- Varlığı idame, güvenlik, (Survival), 3- Kendi kendine yetme.

Devletçilik. Gerçekçilere göre dünya sahnesinin asli aktörleri devletlerdir. Diğer bütün aktörler, beynelmilel teşkilatlar veya çok milletli şirketler, devletlerin tayin ettiği çerçeve içinde faaliyette bulunur veya bulunmalıdır.

Gerçekçilere göre insan yapısı gereği bencildir, saldırgandır. Devletin dahildeki işlevi sulhü sağlamaktır. Keza hariçteki yapı da beynelmilel sahadaki münasebetler de anarşidir. İnsan toplumlarının bu yapısı yüzünden devlet her zaman lüzumludur. Max Weber’in meşhur tabiriyle devlet, Belli bir ülkedeki meşru fizikî gücü kullanma tekelidir.

Gerçekçi görüşe göre devlet lüzumludur. Vazgeçilemez. Devlet hem dahilde sulhü sağlamak, hariçten gelecek tehlikelere karşı milleti korumak için vardır.

Devlet dahilde güç, otorite, meşru kuvvet kullandığı gibi beynelmilel münasebetlerde de kuvvet kullanmaya mecburdur. Zira beynelmilel alanda bir ortak iktidar, bir devlet olmadığından kargaşa düzeni, anarşi sistemi hakimdir.

Bu kargaşada devletler, diğer devletler ile güvenlik için iktisadî pazar için, nüfuz için rekabet halindedir.

Gerçekçiler beynelmilel sahada aslî aktör olarak devleti görmekle beraber, bu sahada mevcut olan çeşitli milletlerarası teşkilatların mevcudiyetini reddetmezler. Onları da nazarı itibara alırlar. Birleşmiş Milletler gibi beynelmilel teşkilatlar, milletler arası şirketler (Transnational Corporations), gayrı resmi teşkilatlar (Non-Government Organizations (NGO)) gibi teşkilatların mevcudiyetini de gerçekçi görüş kabul eder. Gerçekçilere göre bu beynelmilel aktörler ancak devletlerin belirlediği çerçeve içinde faaliyette bulunmalıdır. Kendi siyasetlerini devletlere empoze etmemelidirler. Kısaca devlet millî bünyenin koruyucusudur ve millî menfaate matuf icraatta bulunur ve bulunmalıdır.

Varlığı idame (Survival): Bütün realistlerin, gerçekçilerin ittifak ettikleri ikinci ilke de beynelmilel siyasette en üstün gaye varlığını idamedir veya devletin bekasıdır. K. Waltz’un ifadesiyle devletin varlığını idame saikinin üstünde diğer gayeler devamlı değişebilir. Ama bu gaye değişemez. Çünkü devlet olmadan millet olmaz. Bu konuda pek çok meşhur şahsiyet de bu fikri teyiden fikirler ileri sürmüşlerdir.

Kendine yetme: Varlığını idamenin asli şartıdır. Bu, devletin evvel emirde kendi gücüne dayanması, kendine yetmesi, mümkün mertebe başkasına muhtaç olmamasıdır. Zira beynelmilel alanda devletler üstü bir devlet ve yekpare bir güvenlik düzeni olmadığı için her devlet kendi menfaatini korumak için her şeyden önce kendine yeter bir durumda olmalıdır.

Çeşitli devletlerle antlaşmalar yapılabilir, yapılmıştır, yapılmaktadır da. Ama, menfaatler çatıştığı zaman son tahlilde milletlerarası münasebetlerde ne antlaşmaya uyulur, ne de verilen söze; ne dostluğa, ne de şerefe itibar edilir.

Müşterek varolma güçler dengesiyle ve bir miktar da devletler arası işbirliğiyle sağlanır. Bir milletin menfaatini iktisadî ve siyasî olarak koruyabilmek için güçlü bir devlet asıldır.

Şimdi de liberal görüşü özetleyeyim: Liberal kelimesi Latince liber’den geliyor. Manası serbesttir. Liberalizmin temel fikir ve ilkeleri şunlardır: Ferdiyetçilik, kapitalizm, asgarî devlet.

Bir: Ferdiyetçilik ilkesinin esası şudur: Siyasî, iktisadî, ictimaî tahlillerde esas alınması gereken birim ferttir. Liberaller, devlet, millet, sınıf, halk gibi birimlerin ferde üstün tutulmasını tenkit edip, reddederler. Hatta bazı liberaller bu birimlerin, fiktif, hayali ve kurgu olduğunu ve gerçekten var olmadığını iddia ederler. Bu noktai nazardan, amme menfaati, millî menfaat gibi tabirleri müphem bulup ferdin menfaatini asıl ve nihaî telakki ederler.

İki: Kapitalzm: Kısaca istihsal unsurları mülkiyetini şahıslara ait olduğu miktarın azamileştirilmesini nihaî gaye gören, ve nazariyede tam rekabeti öngören iktisat tarzıdır.

Üç: Asgari Devlet: Gelenek olarak liberaller devleti ferdin muhalifi görürler. Mümkün mertebe küçültülmesini, sınırlanmasını savunurlar. Devletin klasik vazifeleri millî müdafaa, adliye ve emniyettir.

Yalnız devletin aslî unsurlarının neler olması gerektiği konusunda liberaller arasında ittifak yoktur. Zira bu guruba mensup yazarlar klasik bir liberalizmden anarko liberalizme kadar çok çeşitlidir. Bu itibarla bazı liberaller, eğitim, sağlık gibi hizmetleri de devlet hizmetinde mütalaa ederler. Aşırı liberaller emniyet görevinin bile özel olması gerektiğini savunmuşlardır.

Bu iki satır hatırlatmadan sonra beynelmilel alanda, dünya siyaseti alanında ileri sürülen liberal fikirleri hülasaten görelim:

1. Liberaller, Gerçekçilerin iki temel fikrine itiraz ederler: Milletler arası alanda harp hali tabiî değildir, zorunlu değildir. Keza dünyaa siyaset sahnesindeki devletler asil amil, aktör değildir. Çok milletli şirketler, milletlerarası teşkilatlar, gayrı resmi teşekküller, hatta tedhiş örgütleri de dünya siyasetinin önemli aktörleridir. Onun için bunlar PKK’yı filan savunup duruyorlar. Bize karşı, kendilerinde olsa canlarına okurlar.

2. Liberaller, devleti yekpare bir amil, aktör olarak görmezler. Onlara göre devlet, her birinin kendi ayrı çıkarı olan bürokrasiler takımıdır. Bu sebeple millî çıkar diye bir şey yoktur; millî çıkar denilen, o sırada iç siyasette hangi bürokratik teşkilat karar verme gücüne sahipse onun çıkarıdır.

3. Milletlerarası münasebetlerde işbirliğinin imkan ve önemini vurgularlar, devletler ve askeri güç çok önemlidir ama bunu gerçekçiler kadar ehemmiyetli görmezler. Liberaller meselelerin çeşitli milletlerarası kuruluşlar tarafından ele alınıp, beynelmilel işbirliğiyle çözümler aranmasını savunurlar. Dünya siyasetinde düzenin; güçler dengesinden ziyade herkesin mutabık olduğu kuralları beynelmilel kurumları tesis ederek, bütün bunları hakim düzenlemeler haline getirerek sağlanabileceğini savunurlar. Liberal görüşe göre fertler millî devletlerden çok beynelmilel teşkilatların, teşekküllerin korunması altına alınmalıdır. Beynelmilel teşekküller de kendi iradelerini çeşitli millet fertlerine empoze edebilmelidir.

4. Liberaller millî çıkarı asgari şartlardan ziyade bir iktisat, fen, çevrecilik gibi alanlarda görürler.

5. Küreleşmeyi dünya siyasetindeki uzun sürmüş dönüşümlerin sonunda ortaya çıkmış bir durum olarak görürler. Artık devletler, beynelmilel arenanın baş aktörleri değildir, onun yerine büyük şirketler ve çeşitli milletlerarası kuruluşlar geçmiştir. Fen ve iletişim alanında devrim sınır tanımaz hale gelmiştir. Milletlerarası iktisat ve fen, toplumlar arasında doğrudan karşılıklı bağlantılar ağı meydana getirmiştir. Bu yeni durum dünya siyasetini de değiştirmiştir. Dünyada artık milletlerarası kurumlar hakimdir. Avrupa Birliği gibi bölge meclisleri kurulmaktadır. Bunlar olumludur ve bu tarz kurumlar artırılmalı ve geliştirilmelidir. Kozmopolitik demokrasi modeli asıl ittihaz edilmelidir.

Yeni Marksçılığın temel fikirleri şu şekilde özetlenebilir. Dünya siyaseti kapitalistik düzen içinde cereyan etmektedir. Dünya iktisadında en önemli amil devletler değil, sınıflardır. Bu itibarla, devletler, çok milletli şirketler, çeşitli milletlerarası kuruluşlar hakim sınıfın menfaatini temsil etmektedir. Marksistlere göre dünya siyasetini millî menfaatler arasındaki çatışmalar değil, sınıfların çatışmalarının devam ettiği ortam olarak görürler.

Yeni Marksçılara göre küreleşme denilen kandırmacadır. Zira gerçekte yeni bir şey yoktur; küreleşme beynelmilel kapitalizmin yeni merhalesidir.

Şimdi bu görüşün ana hatlarını biraz daha yakından görelim.

Marksçı görüşün dünya siyasetiyle alakalı olarak üç veçhesi vardır: 1- Marx’ın kendi görüşleri, 2- Lenin’in katkısı, 3- Günümüz Marksçılarının görüşleri.

Marx’a göre işçi sınıfı ile sermayedar sınıfın arasında menfaat tezadı vardır. Bu iki sınıf arasında menfaat ihtilafı her ülkede aynıdır. Bu itibarla farklı ülkelerin işçi sınıfları arasında menfaat tezadı yoktur. Ama hakim burjuva ideolojisinin tesiri altında kaldıkları için işçiler bu gerçeği idrak edememektedirler. İşçi sınıfı bu ideolojiden kendini kurtarmalıdır. Marx’ın meşhur beyanıyla Ey dünyanın işçileri! Birleşin. Zira zincirinizden başka yitireceğiniz bir şeyiniz yoktur.

Lenin, 1917’de neşrettiği Kapitalizmin Nihaî Merhalesi: Emperyalizm adlı kitapçıkta Marx’ın temel fikirlerine bazı ilavelerde bulunmuştur. Lenin’e göre kapitalizm, Marx’ın zamanından beri değişmiş, tekelci kapitalizmin gelişmesiyle en yüksek ve nihaî merhalesine ulaşmıştır: Emperyalizm.Bu aşamada dünya kapitalizmi merkez ve çevre olarak iki bölge teşkil etmiştir. Merkez kapitalistleri geri kalmış çevreyi istismar ederek, ülkelerindeki kendi proletaryasına daha fazla pay verirler. Böylece merkez kapitalistleri, kendi işçi sınıfının payını artırarak, onu teskin eder, daha açık bir ifadeyle onları satın alır. Bu yüzden kapitalizmin son merhalesinde artık dünya işçi sınıfı arasında menfaat birliği kalmamıştır.

3- Günümüzün yeni Marx’çı görüşleri: Zamanımızda dünya siyasetini izah için Marx’tan mülhem çeşitli görüşler ve okullar geliştirilmiştir. Bu okullardan meşhurları Devamlılık Okulu, Vakayiname Okulu vesaire. Biz bu okulların görüşlerinin ana hatlarını ele alacağız.

Yeni Marx’çıların en önde gelen temsilcilerinden Wallerstein’e göre geri kalmış ülkelerin geri kalmışlığını incelerken belli bir ülke üzerinde odaklaşmaktan ziyade modern dünya sistemi ele alınmalıdır.

Wallerstein, dünya kavramı ile kendine yeten ayrı bir alanı kasteder. Sistem, düzen kavramıyla da unsurların yekdiğeriyle içten bağlılığını kast eder. Wallerstein’e göre mesela Roma imparatorluğu bir dünya düzeniydi. Gerçi Roma imparatorluğunun hududu bütün dünyayı içine almıyordu ama belli bir coğrafî bölge tek bir düzen ile yönetiliyordu.

Wallerstein’in iddiasına göre tarihte iki çeşit dünya düzeni olmuştur. Bunlar dünya imparatorlukları ve dünya iktisatlarıdır. Her iki düzenin ortak yanları ve ayrıldıkları yanları vardır. Ortak yan şudur: Her ikisinde de kaynaklar çevreden merkeze nakledilir. (Roma imparatorluğu merkezi siyasi gücü sayesinde en uzak vilayetlerden topladıkları haracı ana ülkeye naklederlerdi.) Ayrıldıkları nokta ise şudur: Dünya iktisadiyatında bir tek siyasî hakimiyet merkezi yoktur; bilakis yekdiğeriyle rekabet eden birçok iktidar merkezleri vardır. İmparatorluklarla dünya iktisadının birbirinden farklı olduğu ikinci husus ise, dünya iktisadında çevreden gelen kaynakları Pazar dağıtır. Bugünkü dünya düzeni Avrupa’da 16. asrın ikinci yarısında çıkmıştır. Bu düzen, kapitalizmdir.

Bu görüşe göre dünya iktisadı üç temel bölgeden müteşekkildir: Merkez, yarı çevre ve çevre.

Merkez ülkelerin özellikleri: Hükümet şekli demokrasidir. Dışarıdan hammadde alır, dışarıya mamul madde satar, yatırımlar yüksektir, ücretler ve sosyal yardım hizmetleri yüksektir.

Yarı çevre ülkelerde ise otoriter hükümetler vardır. Dışarıya kısmen hammadde, kısmen de mamul madde satar, Dışarıdan da keza kısmen hammadde, kısmen mamul madde alır, ücretler ve sosyal yardım hizmetleri düşüktür.

Çevre ülkelerinde ise hükümetler demokratik değildir. Dışarıya hammadde satar, dışarıdan mamul madde alırlar. Ücretler geçim seviyesinin altındadır. Sosyal yardım hizmetleri yoktur. Dünya düzeni görüşüne göre bu üç bölge dünya iktisadını oluşturur. Bu düzen yoluyla çevreden merkeze servet akar. İstismar ilişkisi bu şekilde olur.

Soru: Küreleşmeye yönelik ne gibi eleştiriler var? Özetlemeniz mümkün mü?

Küreleşmeyle ilgili tenkitler pek çoktur. Biz burada özet olarak bazı noktalara temas edelim.

Bir: Son yıllarda her ne kadar dünya iktisadiyatında bazı değişiklikler olduğu bir vakıa ise de bunlar küreleşme yanlılarının iddia ettikleri gibi yeni olgular değildir. Zamanımızdaki yeni bir veçhesi değildir. Binaenaleyh küreleşmeyi, yeni bir olgu olarak mütalaa etmek yanlıştır. Verilere uymamaktadır. İkinci bir nokta millet devlet ve milliyetçiliğin, millî vasıfların, artık tedavülden kalktığı, demode olduğu iddiası küreleşmeciler tarafından hararetle müdafaa edilmektedir. Bu görüş de olgulara uymamaktadır. Yanlıştır. Zira özellikle ikinci cihan harbinden itibaren dünyada milliyetçilik ve millî devlet alanındaki gelişmeler, emsali dünyada hiç görülmemiş bir biçimde güçlü olmuştur. İkinci cihan harbinin hitamında müstemlekeler istiklallerine kavuşunca da bir millî devlet furyası yaşandı. Keza son on senede Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle ikinci bir furya yaşandı ve devam ediyor. Sovyetler Birliği’nin diktası altındaki milletler istiklallerini kazandılar ve bu konuda son derece kıskançlar. Kendi millî devletlerini kurmak ve muhafaza etmek hususunda azimliler. Son zamanlarda asrın son çeyreğinde Vietnam ve Afganistan’da gördüğümüz, günümüzde Çeçenistan’da devam eden, kanlı istiklal harpleri milletlerin millî mevcudiyetlerine ne kadar ehemmiyet verdiğinin delilidir. Bu konuda sayısız misaller de vardır. Milliyetçiliğin marazi bir ırkçılık halinde ortaya çıkan Ermeni ve Sırp mezalimi ise bu meselenin bir başka veçhesidir. Görüldüğü gibi millî devlet ve milliyetçilik tedavülden kalkmamıştır. Bu istikametteki propagandalar olgulara uymamaktadır. Keza bu propagandaların kaynağı olan Batı’lı devletler, düveli muazzama, güçlü devlet teşkilatına sahip olduğu gibi millî menfaatler hususunda katiyyen taviz vermez. Hatta kendi millî menfaatleri bahis mevzuu olduğunda Batı’lı devletler, Avrupa ve Amerika’nın büyük devletleri, diğer devletlerin iç işlerine bila tereddüt müdahale ederler. Bizlere telkin ettikleri evrensel değerleri hiçe sayarlar. Her türlü haksızlık ve zorbalığı tereddütsüz ifa ederler. Demek ki bu sözde liberal devletler, millete telkin ettikleri liberal görüşlerle hiç bağdaşmayan tam tersi bir tatbikat içindedirler. Düveli muazzama beynelmilel alanda tamamen Machievelli’cidir. Sadece büyük devletler değil, orta boylar da Machievelli’cidir. Milliyetçidirler ve millî devletlerinden feragat etmemektedirler.

Küreleşme ile bir diğer tenkit edilecek nokta şudur: Küreleşmeyi bazıları fen alanında özellikle iletişim fenninde, elektronik iletişim alanındaki inkişafla bir ve aynı imiş gibi mütalaa etmekte ve fendeki, teknikteki terakki müspet olduğu için, küreleşmeyi de bununla özdeşleştirerek mantık safsatası yapmakta, küreleşmeyi de müspetmiş gibi sunmaktadır. Bu görüş de tenkit edilmektedir. Bir kere fen alanında bir ülkede ortaya çıkan gelişmelerin diğer ülkelere yayılması yeni bir olgu değildir. Tarihî kadimden beri bunun numuneleri çok görülmüştür. Eski Çin’in, eski Hind’in, Uzakdoğu’nun pek çok fenni, kağıt imalatı, ipek, sayılar, ilimlerdeki gelişmeler, çeşitli fenlerdeki gelişmeler Uzakdoğu’dan Batı’ya nakledilmiştir. Keza Batı’daki harp fenni, diğer ülkelere, bize, Osmanlı’ya geçmiştir. Fen hiçbir ülkenin sınırlarıyla mukayyet değildir. Bunun numunesi tarih boyunca görülmüştür. Binaenaleyh sırf fennin inkişafı ve bunun bütün dünyaya yayılması olgusunu globalleşmeyi müspet bir telakki olarak takdim etme de yanlış bir argümandır.

Üstelik iletişim alanında terakkilerin olduğu bunun müspet olduğu sahalar su götürmez ama fen alanındaki her iletişim illa onun müspet manada kullanıldığı manasında tefsir de edilmemelidir. Bunun en canlı örneği İnternet’tir. Globalciler İnternet’in bütün dünyaya şamil olmasını bila kaydü şart övüyorlar ve bundan globalleşmeyi övmek için de pay çıkarıyorlar. Halbuki gene batılı araştırmacılar İnternet’in suiniyetli olarak kullanıldığını söylüyorlar. Bu konuda sayısız tenkitler var. Batılıların yaptığı araştırmalara göre İnternet’teki programların yüzde doksan civarı erotik ve pornografiktir. Ahlak bozucu tesirinden bahsediyorlar.

Bir diğer cihet, ileri bilgisayar kullanarak casusluk vesaire yapıyorlar. Bu ve benzer menfi kullanımının yanı sıra İnternet kullanan herkes ondan istifade edemiyor. Buna da bir misal vereyim sözü uzatmamak için. İnternet kullananların kısmi azamisi chat tabir edilen (Türkçesi Gevezelik) şey için kullanıyorlar. Bunlar vakit hebasıdır. Bu elektronik imkanları israf etmektir. Demek ki bizatihi İnternet’in yayılması o şeyin inkişafı manasına gelmez. Bizatihi fen, beşeriyeti manevi olarak inkişaf ettirmez. Hemen şunu da söyleyelim: Beşeriyet fen alanında inkişaf etmekte ama manevi alanda inkişaf etmiyor. Ahlaki ve manevi alanda inkişaf ayrı şeydir, fen alanında inkişaf ayrı şeydir. Daha iyi anlaşılması için bir iki misal vereyim. Bugün en şedid terörist veya ahlaksız ganster en ileri fen usullerini kullanabilir. Silah araç gereci olarak en ileri fen usullerini kullanabilir, en ahlaksız ganster Cadillac arabalara binebilir, İnternet kullanabilir. Demek ki bizatihi fennî usul kullanmak, beşeriyetin inkişaf ettiği manasına gelmez. Bunun bütün dünyaya yayılması da beşeriyeti inkişaf ettiriyor manasına tefsir edilemez. Bunlar yanlış argümanlardır, safsatadır.

Tenkit istikametinde ileri sürülen bir diğer görüş de şudur: Küreleşme taraftarlarına göre iktisadi faaliyetlerin küreleşmesi bütün dünyanın menfaatinedir. Beşeriyet gittikçe zenginleşecek ve kalkınacaktır. Halbuki küreleşmeyi tenkit edenler bunun tam aksi olduğunu ileri sürmektedirler. Küreleşmeye karşı olanların bulguları şöyledir:

Milletler arası şirketler hem nadirdir hem de ancak belli ülkelere aittir. Daha da spesifik olunursa bazı Avrupa devletleri, ABD ve Japonya’nın tekelindedir. Diğer ülkelerin beynelmilel şirketleri yoktur. Her şirket de tabii olarak kendi kârını azamîleştirir. Binaenaleyh beynelmilel şirketler kâr ettikçe bu şirketlerin mensup olduğu ülkeler kâr etmektedir. Dünya kâr etmiyor, dünya zenginleşmiyor. Bu istikamette ileri sürülen bir tespit de şudur: Dünya iktisadiyatına bakıldığında şu görülmektedir. Gelişmiş ülkelere geri kalmış ülkelerden para ve sermaye akmaktadır. Tersi varit değildir. Yani fakir ülkeler zenginleşmiyor. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Dünya Sağlık teşkilatından derlenmiş şu bilgiler bu gerçeği vurgulamaktadır.

Altı milyarlık dünya nüfusunun beşte biri had safhada fakirlik çekmektedir. Dünya çocuklarının üçte biri kötü beslenmektedir. Dünya nüfusunun yarısı en zaruri ilaçlara ulaşamamaktadır.

Her yıl beş yaşın altında 12.2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin yüzde beşi fakirlikten kaynaklanan hastalıklar yüzündendir.

Yetmiş ülkede ortalama gelir seviyesi 1980’e göre düşmüştür. 43 ülkede ise 1970’ten bile daha düşük seviyeye inmiştir. Dünya fakirleşiyor.

1960’ta dünya nüfusunun en zengin yüzde yirmisi en fakir yüzde yirmisinden otuz misli daha fakirken bu rakam 1996’da altmış bir misli seviyesine çıkmıştır.

Dünyanın 358, dolar milyarderinin serveti dünya nüfusunun yarıya yakınının toplam gelirinden fazladır. Düşünün 358 kişi dünyanın yarısından fazla zengin.

Türkiye’nin iktisaden gittikçe gerilediği, fakirleştiği artık herkesin bildiği bir gerçek olduğundan bu konudaki rakamları vermeyi lüzumsuz addediyorum.

Buna ilaveten küreleşme konusunda da ikinci derecede şu tenkitler ileri sürülmektedir. Küreleşme ile birlikte çevre kirliliği, AIDS gibi tehlikeler bütün dünyaya yayılmakta ve bir tehlike ve risk kültürü zuhur etmektedir.

Batı’dan bize pazarlandığı için, Batı patentli olduğu için düşünmeden, doğrusu, eğrisi tartılmadan bir değer gibi telakki edilen küreselleşme haddi zatında bir değer değildir. Onu tahlil eden pek çok Batı’lı yazar ve diğer ülke yazarlarının ifade ettiği gibi beşeriyet için pek çok mahzurlar ifade etmektedir. Her şeyden önce yanlışlara dayalı bir öğreti bizatihi yanlış olduğu için reddedilmelidir. İkincisi müspet bir değermiş gibi sunulan ama içinde beşeriyeti iktisaden, ahlâken çökerten bu fikirler ne namına sunulursa sunulsun ambalajı ne olursa olsun reddedilmelidir. Küreleşmeyi sunarken takdim ettikleri ambalajı bu vesileyle hatırlatalım. Bu ambalajlar şunlardır. Çağdaşlık, insan hakları, demokrasi, ilerleme. Bu süslü ambalaj içinde pek çok beşeriyet için zararlı unsur piyasalanmakta ve millete bu zehir yutturulmaktadır. Ambalaja sureti katiyyede itibar etmemek lazım. Muhtevanın munderecatı tahlil edilmelidir ve tek tek ortaya konulmalıdır. Tüm bu söylediklerim ancak bir giriştir.

* Fecre Doğru Dergisinde Osman Selvi tarafından yapılan bu ropörtaj 1999 yılında yayınlanmıştır.

Toplam Tıklama: 384460 Aktif Ziyaretçi Sayısı: 1
Tüm Hakları Saklıdır. WebMaster:Osman Selvi